Kitapların Teşhisi: Kırlangıçlar / Sabahattin Ali
Kitaplar okuruz ve bazı kitaplarda kendimizi buluruz. Sanırım kitaplar bize; sanki kaburgamızın içinde yanan meşalenin ‘’niye yandığı’’, ‘’neye benzediği’’ ve ‘’neden yandığı’’ gibi sorgularımıza teşhis getirir. Bazı pasajlarda kendimizi buluruz ve ‘’evet! evet! bu işte! buydu!’’ dediğimiz olur. Sanki uzun zamandır yerin altında umudun sembolü güneşi görmek için, kayalara kazmamızı vuruyormuşuz da ulaşmışız gibi oluruz. Aydınlıkta ne yapacağımız ise bize kalmıştır. Önemli olan da teşhisi koymak değil midir zaten? Yani problemi anlamadan, çözümden bahsetmek hangi işte vardır? Teşhisiniz konulmuştur. Reçete ise; iç dünyanızdaki cerrahın elindedir.
Bir kış ortasında nihayet içimde yenilmez bir yaz olduğunu öğrendim. –Albert Camus
Sabahattin Ali, bu teşhislerden birini 1933 yılında ‘’Kırlangıçlar’’ adlı öyküsü ile koydu. Bazen kendimizi toplumda yalnız hissettiğimiz olur. Zaman zaman bu his öylesine şiddetini arttırır ki insan kendini uçsuz bucaksız bir çölde, yalnız başına sanır. Bu yalnızlığı ise yine kendini uçsuz bucaksız bir çölde, yalnız başına kaldığını sanan bir başkasıyla karşılaşana kadar sürdürür. Sabahattin Ali, henüz başkasıyla karşılaşmayan insana ‘’başkasının varlığını’’ hatırlatır.
İlkbahardı, söğüdün dalına dişi bir kırlangıç ve karşı dalına da bir erkek kırlangıç kondu. Çok geçmeden aralarında muhabbet başladı. Havadan sudan konuşuyorlardı (yeni tanışanlar için havadan sudan konuşmak addetti). Bir süre sonra dişi kırlangıç sordu: ‘’Siz neden çalışmıyorsunuz?” (Kırlangıçlar ilkbaharda yoğundurlar.) Erkek derin bir nefes aldı, aşağı doğru bakarak ‘’Bakınız şunlara… Durmak bilmeden çalışıyorlar ve hep çok daha fazlası için hırslanıyorlar. Onlara neden bu kadar çok çalıştıklarını sormak istediğim oldu. Beni şiddetle karşılayarak uzaklaştırdılar. Sonrası; yalnızlık… Uçuyorlar ama yanından geçtikleri ağaçların bile farkında değiller. Yarın ölseler ve biri sorsa: ‘Dünyada neler gördünüz?’ dese. ‘Koşmaktan görmeye vaktimiz olmadı’ derler. Dişi kırlangıcın gözleri buğulandı, sanki yıllar önce kaybettiği tinini bulmuş gibiydi: ‘’Tıpkı benim gibi düşünüyorsunuz’’ dedi. Erkek kırlangıç: ‘’Doğru değil mi ama yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz?’’ dedi.
Sanki birbirlerini yıllardır arıyorlar gibi kaynaşmışlardı. Öyle durumdalardı ki; kırlangıçlarda kitap yazmak adet olsaydı, bunların yazdıkları kitap üniversitelerde okutulurdu. Günler geçti, onlar bir günü es geçmedi. Sürekli buluşuyorlardı… İkisinin de içini ‘’ayrılık korkusu’’ kaplamaya başlamış ama dile getiremiyorlardı. Bir yuva kurmak istiyordu ikisi de ancak diğerleri gibi olmaktan korkuyorlardı. Zaten sonbahar gelmişti ve yuva kurmak için geç kalmışlardı. Tepelerinden birçok kırlangıç geçti (zaten hiç durmazlardı). Sıcak yerlere dönüyorlardı. Ayrıldılar… Ve bir daha birbirlerini görmediler. Fakat ikisi de; ne o söğüdü, ne de o söğüdün dallarını hiç unutmadılar. Ve böyle bir yaz geçirmeyen diğerlerine tepeden baktılar.
Belki de ‘’yalnızlık’’ insanoğlunun olumsuz kodladığı ama hayatın bir olağanı. Belki de yalnızlık; insanın bazı zamanlar ihtiyacıdır, ‘’tepeden bakabilmek için’’. Belki de benim iç dünyamdaki cerrah, Sabahattin Ali’nin bu teşhisine böyle bir reçete yazıyor. Siz de sağlığınız için kitaplardan ayrı kalmayın.
Sağlık her şey değildir; ama sağlık olmadan her şey bir hiçtir. –Arthur Schopenhauer