Şimdi Okuyorum
Gabrıel Garciá Marquez’de Büyülü Gerçekçilik

Gabrıel Garciá Marquez’de Büyülü Gerçekçilik

“Kötülük dünyada değil, yüreğinde.

Bugünkü yazımda Nobel Edebiyat Ödüllü bir yazar ve eserleriyle Dünya edebiyatını büyük ölçüde etkilemiş usta bir dahiden bahsedeceğim. Kolombiyalı Gabriel Garciá ya da Gabriel José de la Conciliación García Márquez, Latin Amerika’da Gabo olarak bilinen yazar, romancı, hikâyeci ve oyun yazarıdır. 20.yüzyılın ses getiren en önemli isimlerinden biri olan Marquez, pek çok önemli eser yaratmış ve eserleriyle ismini ölümsüz kılmayı başarmıştır. Eserlerinde işlediği konular o kadar bizden ve aynı zamanda o kadar bizim dışımızdadır ki eserlerine sinen bu büyülü görünüm okur olarak bizleri öngörülemez diyarlara sürükler. Toplumsal gerçekliği böylesine sıra dışı bir bağlamda işleyen yazar, tam olarak ürettiği bu zıt ilkelerin uyumuyla bambaşka dünyaların kapılarını aralar. Ona bu büyülü dünyayı yaratma imkanı tanıyan en büyük etmenlerden biri de hiç şüphesiz çocukluk yıllarını geçirdiği büyükanne ve büyükbabasının sunduğu eşsiz hayal dünyasıdır. Dedesi, Bin Gün Savaşları’nda komutanlık yapmış, savaş anılarını anlatmayı seven emekli, entelektüel bir albaydı. Büyükannesi ise çocukluk yıllarını besleyen bir hikâye anlatıcısıydı.

Yıllar sonra ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ romanına ilham verecek çocukluğu boyunca tıpkı orada anlattığı gibi bir evde, tuhaf ve geniş ailesinin kollarında; hayaletler, efsaneler ve masallarla işte tam olarak bu dönemde şekillenmişti.(1)

“İnsanoğlu anasının karnından çıktığı an doğmaz yalnızca, hayat kendisini defalarca yeniden doğurmasına mecbur kılar.”

Marquez çok yetenekli ve akıllı bir öğrenciydi. 12 yaşında bir burs kazanıp Compañía de Jesús’ta din ağırlıklı bir eğitim görmüş, 19 yaşında ise ailesinin yoğun isteğiyle Hukuk alanına yönelmiştir. Fakat dahi yazar daima büyükannesinin anlattığı hikayelerde olduğu gibi farklı dünyalar yaratma isteği içindeydi. Bu sebeple hukuktan vazgeçip edebiyata, huzur bulduğu cennetine yönelmiştir. Onu en çok etkileyen isimlerin başında Franz Kafka, Ernest Hemingway, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner gelmektedir. İçlerinden özellikle Kafka’nın ‘Dönüşüm’ün onda ayrı bir yeri vardır.

Edebiyatın ondaki yeri bambaşkaydı. Yazmak eylemini sadece kelimeleri harmonik bir biçimde bir araya getirmekten ibaret görmeyen bir yazardı. Bir röportajında muhabirlerden biri “Yüzyıllık Yalnızlık’ı ne kadar zamanda yazdınız?” sorusunu sormuş ve “Tüm yaşamım boyunca” cevabını almıştır.

Yazara dair söylenmesi gereken çok şey var fakat bugün sizlere biraz büyülü gerçekçilik akımından ve biraz da Marquez’in bu akıma güzel bir örnek niteliği taşıyan, Koskocaman Kanatlı Çok Yaşlı Bir Bey adlı kısa öyküsünden bahsetmek istiyorum.

“Eğer bir hayalet kahvaltı masanıza oturur ve siz de korkar, dehşete düşerseniz bu [türce] korku ya da fantastik olur. Ancak siz, ‘Ah bir hayalet; lütfen şu reçeli bana uzatır mısın?’ (Acheson ve Ross’tan aktaran Erdem, 2011, 175) dedikten sonra hayalet: ‘Benim büyükannem çok güzel soğan reçeli yapardı.’ der ve siz buna karşılık ‘Saçmalama, soğanın reçeli yapılmaz!’ derseniz, işte o zaman anlatı büyülü gerçekçi olur.” (Erdem, 2011, 175-176.)”(2) 20.yüzyılda tanımı konusunda ortaya atılan pek çok fikir arasında alıntıladığım tanım sanıyorum ki büyülü gerçekçilik kavramını en net açıklayan örneklerden biri. Usta yazar Gabriel Garciá, bu bağlamda büyülü gerçekçilik akımının etkilerini eserlerine en iyi yansıtan yazarlardan biridir. Eserlerinde büyülü gerçekçiliği tüm yönleriyle anlamak, bilhassa tuhaf olanın sıradanlaştırılması ilkesinin başarılı örneklerini bulmak mümkündür.

Büyülü Gerçekçilik kökeni itibariyle bir Latin Amerikan akımıdır. Fakat kavramın ilk kullanımı Alman romantiği Novalis’e aittir. Novalis 18. Yüzyılda bu kavramı “büyülü idealizm” şeklinde kullanır ve felsefeden sonra güzel sanatlara geçen terim, kendini ilk kez bütünlüklü bir biçimde resimde gösterir. Edebiyatta ilk kullanımı ise 19.yüzyılı bulur. Kavramın Latin Amerika’da böylesine önemli bir biçimde varlık göstermesinin ise çeşitli sebepleri vardır. Bunlardan ilki öncü akımlara, sürrealizm ve modernizme bir tepki gösterme yöntemi olarak büyülü gerçekçiliğin seçilmesidir.

En önemli nedenlerden bir diğeri ise 20. yüzyıl başlarında Latin Amerika’nın siyasi olarak oldukça karışık olmasıdır. Bu dönemde hemen her Latin Amerika ülkesinde bir diktatörlük rejimi mevcuttur. Bu baskı ortamında yazarlar kendi kültürel gerçekliklerine geri dönmüşler ve sorunları bu gerçekliklerin arkasına saklayarak yazmışlardır. Alejo Carpentier, bu konuyla ilgili şöyle söyler: “Latin Amerikalılar kendi dünyalarına döndüler ve pek çok şeyi anlamaya başladılar.”(1949, 83.) Buna ek olarak yazarlar, baskı ortamının insanlar üzerinde yarattığı bunaltıcı havayı hafifletme amacı taşırlar.(2*)Buna ek olarak büyülü gerçekçilikte asimile olan geleneğe bir dönüş de söz konusudur. Özellikle kolonileşmenin etkisiyle geleneğinden uzaklaşma tehdidiyle baş başa kalan Latin Amerika, büyülü gerçekçilikle efsanelerine, destanlarına ve halk hikayelerine yeniden erişme imkanı bulmuştur.

Yazımın son kısmında ise kapanışı hikayeye yer vererek yapmak istiyorum. Marquez tarafından 1973’te bir öykü üçlemesinin içinde yer alan Koskocaman Kanatlı Çok Yaşlı Bir Bey adlı öykü, büyülü gerçekçilik akımının en iyi örneklerinden biridir. Anlatı, Pelayo ve Elisenda adlı bir çiftin, yağmurlu bir mart gününde, bebekleriyle yaşadıkları evlerini basan yağmur suyuyla ortaya çıkan yengeçleri temizlerken Pelayo’nun, avluda kanatlı bir ihtiyar adam bulmasıyla başlar. Çift, bu tuhaf görünümlü yaşlı ve bitap ihtiyarla iletişim kurmaya çalışır fakat adam garip, anlaşılamayan bir dil konuşmaktadır. Pelayo ile Elisenda, adamın fırtınanın batırdığı gemilerin birinden kurtulmuş bir kazazede olabileceğini düşünür.

Her şeyi bildiğini düşündükleri bir komşularına bu yaşlı adamın ne olabileceğini sorarlar ve kadın bir melek olduğunu söyler. Pelayo, ihtiyarın hırpani görüntüsünden korkup onu kümese kapatır. Ertesi gün, bütün köy ihtiyarı görmeye gelir; fakat ona kutsal bir varlıktan çok bir sirk hayvanı muamelesi yaparlar ve melek zamanla tüm Karayip’in çeşitli arayışlarına yanıt vereceği umulan bir dilek makinesine dönüşür. Burada inançlara ve toplumun sahip olduğu değerlere karşı da ironik bir tutum görürüz. Belki de bir meleğe bile bu kadar küçük düşürücü yaklaşan insanlık için yapacak pek bir şey kalmamıştır. Bu noktada hikayenin ne denli gerçekliğe bağlı bir düzlemde ilerledigini anlarız. Çünkü insanlık bu çağda sahip olduğu değerleri tamamiyle yitirmiştir. Postmodern çağın yarattığı kırılmalar belki de modernitenin yarattığı yıkımdan çok da farklı değildir.

“Bir dostundan kötülük görürsen, şöyle de ;”Bana yaptığın kötülüğü bağışlıyorum; ancak kendine yaptığını, onu nasıl bağışlayabilirim ki!” (Böyle Buyurdu Zerdüşt, Frederich Nietzshce)

Hikayenin geri kalanını okumak isteyenler için internette çeşitli kaynaklarda mevcuttur. Sona gelirken, öykünün hem toplumsal gerçekçi hem de olağanüstü öğeleri bu denli doğal bir bağlamda dile getirmesi açısından önem taşıdığını belirtmeden geçemeyiz. Günlük hayatın sıradanlığı ve olağanüstülüğün iç içe geçmişliğinin güzel bir örneği olan bu hikaye bizce okunmaya değer.

 

Kaynak: 1(2) Yıldız Teknik Üniversitesi, Türk Edebiyatı ABD, Yüksek lisans öğrencisi Eda Deniz Okuyucu’nun makalesinden yararlanılmıştır.

 

Tepkiniz nedir?
Emin Değilim
0
Heyecanlı
0
Hüzünlü
0
Mutlu
0
Şaşırtıcı
0
Yorumları Görüntüle (0)

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

© 2011 Sanat Karavanı, Tüm Hakları Saklıdır.

Yukarı Kaydır