Yahya Kemal’in “Ankara’nın en güzel yanı, İstanbul’a dönüşüdür.” deyişiyle tanıdığımız Ankara’ya dönüyoruz İstanbul’dan. Dilimizde Barış Bıçakçı’nın “İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir” sözü ile.
Ankara, Bıçakçı’nın Ankara’sı.
Benim için, aslı birçoğumuz için gri-resmi şehir olarak nitelenen Ankara, Bıçakçı’nın kelimelerinde tek tek kırılıyor. Kendisinin beslendiği şehir ve kitaplarının ortak mekanı, dilinin saflığı ile karşımıza bir baharmış gibi çiziliyor Ankara. Elbet bu güzellemelerin arasında bir iğne de olmuyor değil ama çuvaldız da İstanbul’a… “İstanbul’da gün boyu dolaşırken dünyanın haline üzüldüm, Ankara’da ise insan sadece Ankara’nın haline üzülüyor.”
Baharda yine geliriz diyerek gittiğimiz Ankara’da, Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in kapağını aralıyoruz. Ender ve Çetin… Aslında hikaye onların hikayesi ve günün birinde hayatlarına giren bir genç kız… Sarı bir hava altında okuduğumuz ilk tümceler ile yüzümüzü güldüren bahar rüzgârını içimize vuruyor.
“Her şeyin geçip gittiğine yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağını kim inandırabilir?”
KİM?
Bir süre yere paralel gittikten sonra bunun cevabını kendi içimde bulabildim, siz buldunuz mu? Ya da bulabilecek misiniz? Ya da kusursuzluğa kadar bilememek… Belki bir ihtimal Ankara’da.
Kitabın kelimeleri adım adım giderken birden sizi kolunuzdan tutup koşmaya çekiyor, elbet bunu Bıçakçı’nın salt dokunuşları yapıyor. Sonrasında kelimelerle koşarken açmış çiçek dallarına çarpıyor elimiz, elimizin bir yerinde ince bir sızı. Bu sızı kelimelerin turuncu hali, o kelimelerin aslı ise “Çünkü aşk eşitler arasında yaşanır, Vehmi Bey bir istisnadır!” Bu çiçeğin sızısının ayrı bir kokusu vardı, daha önce bildiğim… Evet daha önceleri okuduğum bir başka cümleyi hatırlattı bana, kuşkusuz bu Charlotte Brontë’unJane Eyre’indekarşılaştığım cümlelerdi.“Şimdi sizinle konuşurken gelenekleri, alışkanlıkları, hatta şu ölümlü benliği bile hiçe sayıyorum. İkimiz de bu dünyadan göçmüşçesine… Benim ruhum sizin ruhunuza sesleniyor; ikimiz de Tanrı’nın huzuruna çıkmışız, eşitmişiz gibi… ki elbet eşitiz aslında.” Ne bir fazla ne bir eksik, eşitlik hali. Belki bizi birbirimize kırdırmayacak, salt sevgiyi koruyan eşitlik hali. Bahsettiğim şey yani kelimelerin bendeki yansıması maddiyattaki eşitlik olarak görülenin ötesinde. Sosyoekonomik olmadığını bir kez daha vurgulayarak dokunuştaki, görüşteki, sevmedeki yani ruhtaki eşitlik halini haykırmak istiyorum. Cümlelerin arasında bir yerde “Eşit olalım istiyordum, dert ortağı olalım.” da bir kez daha bu yoğunluğu görüyoruz. Ki bence asıl bizim büyük çaresizliğimiz bu, olamamak.Ve bir aşkı en geniş haliyle yaşayamama ahlaksızlığı…
Elbette Bıçakçı, farklı bir çaresizliğimize daha dokunuyor Ender ve Çetin üzerinden. “Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.” Sesimiz çocuk sesleri arasından kayboluyor, sesimiz siliniyor, sonrası biz.-orta yaş bunalımı, kooperatif aidatı. İşte Bıçakçı’nın bu kelimeleri de ışığını Tezer Özlü’nün kelimelerine vurdu. Ya da tam tersi.
“Hiç kimseyle yaşlanmak istemiyorum, kendimle bile.” Tezer sözünde özde yaşlanmayı tutmayıp sadece bunu etrafına yerleştirmiş olabilir, fakat bunun bendeki boyası Bıçakçı ile bu resmi oluşturdu. Belki de en büyük korkumuz ya da değil, ama sizce en büyük çaresizliğimiz mi?
Daha birçok düşünce ve kavramı Bıçakçı yoğuruyor kitabında. Dile getirmek istediğim, altını doyasıya çizdiğim cümleleri size de bırakmak istiyorum, kitabı okuduğunuzda ne demek istediğimi görebileceksiniz. Sizden bu keyfi alamam. Ama siz benim kalbimi aldınız, çünkü inandığım bir cümleyi verdi Bıçakçı bana. Küçük bir not, bunu bile isteye yapıyorum.
“Benden okumak için kitap önermemi isteyenlerin kalbimi de istediklerini sanıyordum, hala öyle!”
Elbette Ender ve Çetin’in Nihal’e duyduğu aşk kitabın aslını yoğuruyor, bunla ilgili çok şey paylaşmadığımın farkındayım. Çünkü hissetmekle eş değer. Bunla ilgili yapabileceğim en iyi şey, Ender’in yazdığı şiiri paylaşmak.
NİHAL VE BAŞKA HİÇBİR ŞEY
Uzaktakini çağırıyordu en uzaktakini.
Mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi çağırıyordu,
gelmesi mümkün olmayanı.
Ve bir adım öne çıkıyordu mayıs.
Derindekini çağırıyordu, fırtınayı, tekneyi,
yokluğu fark edilmeyeni.
İyiliği çağırıyordu cücelerdeki, kamburlardaki,
kendi içine kıvrılanı çağırıyordu
gökadaların, çiçeklerin her şeyi içine alan sarmalını.
Parmağının ucuyla aşka dokunuyordu
bir yıldızın ucuna dokunur gibi yanıp sönen.
Yürüyordu sonra, birbirine açılan sokakların,
meydanların, pazar yerlerinin ezberini bozuyordu:
Darmadağınık bir şarkıydı, çağrısı.
Yürüyordu koşuyordu kreşendo toz duman
ne kadar eşlik etse de keman, dile gelmiyordu acısı.
Not: Bu romanla ilgili değinmem gereken bir diğer şey de yönetmenliğini Seyfi Teoman’ın yaptığı 2011 yılında vizyona giren uyarlama filminin olmasıdır. Fatih Al (Çetin), Güneş Sayın (Nihal) ve İlker Aksum (Ender) oyuncular arasındadır.
Bundan iki hafta önce Bremen seyahatine çıktım ve her parçasından ayrı keyif aldığım bir gezi oldu. Beni etkileyen bir sürü tarihi yapı olmakla birlikte en çok hoşuma gidenlerden biri...
Dünyanın dört yanında bulunan doğal güzellikleri siz değerli Sanat Karavanı okurları ile buluşturmaya devam ediyoruz. Bu haftaki yazımızda ise 9 kişilik nüfusu ile her mevsimi birbirinden güzel olan Kotisaari...
Yaklaşık 2.000 yıl önce volkanik bir patlamadan doğan Japonya’nın gizemli Mashu Gölü, dünyanın en berrak göllerinden biri. Mashu Gölü (Japonca “Mashuu-ko”), Abashiri’nin yaklaşık 50 km güneydoğusunda ve Kushiro’nun yaklaşık...
Dünyanın farklı yerlerinde görülmeye değer sayısız mimari eser var. Söz konusu bu eserlerden bazıları ise kendine has özellikleriyle ön plana çıkmayı başarıyor. Bizde buradan yola çıkarak sizler için dünyanın...
Copyright © 2011 Sanat Karavanı
0 Yorum