Günlüğünüze her şeyi yazabilecek kadar cesaretli olmalısınız!
Kaygıyla duygular baş edemez, biri diğerini engeller. O kalem, elinizde ise eğer, bırakın beynin size ne söylediğini kalp ne diyorsa kalemden de onlar aksın.. Birileri okur diye düşünmeyin, o birilerinin de anlatamadığı söyleyemediği şeyler muhakkak vardır.
‘SIR’ işte bu kelime, hepimizin beyninde merak duygusunu uyandıran içimizi gıcıklayan yegane sözcük. Düşünün en yakınınızın size söylemediği şeyleri, her gün harıl harıl hevesli talebeler misali defterine yazdığını görseniz ne yapardınız? Ne yazdığını sorardım, o olmadığında şöyle bir göz ucuyla bakardım, aman beni ilgilendirmez o onun özeli diyenler de olabilir. Fakat işin doğrusu öz saygısı varsa okumaz zaten kendine yapıldığında nasıl hissedeceğini bilir ve dokunmaz.
Ben günlük tutmam çok demode diye düşünebilirsiniz bir de güncenin güncel tarafından bakın derim size, her ne kadar ”Sevgili Twitter ya da Facebook ya da instagram” diye başlamasak da söze , günlüğe olan benzerliğini de inkar edemeyiz sosyal medyanın. Belki daha modernleşmiş , 140 karaktere sıkıştırılmış , az ama öz hali de diyebiliriz. Günü gününe hatta saati saatine ne yapıyorsak ne hissediyorsak paylaşıyoruz. Şimdi biz size daha özel bir şeyden bahsediyoruz; sadece sizin söylenmemiş dudaklarınızdan dökülen sözcüklerle havaya karışmamış kulakların duymadığı, gözlerin görmediği bir şeyi yapın diyoruz.. Yazın sadece yazın..
Düşüncelerinizi keşfedin, yazma yeteneğinizi geliştirin, farkındalığınızı artırın, gelişiminizi takip edin, hayal gücünüzü geliştirin, yaşamınızı kaydedin.. Hep söyleriz ya ‘hayatımı yazsam roman olur’ diye. Yazın o halde sizin de olsun.
Yazma becerisini kullanırken zihnin de yapılandırdığı verileri inceleme, gözden geçirme, sorgulama, ilişkilendirme, kontrol etme gibi işlemlerle yeniden düzenliyor.
Günlük tutmak, yansız (objektif) tutumu güçlendirir. Çünkü günlük yazarken, bunu kendisinden başka kimsenin okumayacağını düşünerek sadece kendi içindeki hesaplaşmaları olduğu gibi yansıtmaya çalışır. Bu tutum, kişinin nesnelliğini güçlendirir. Günlük yazmak, edebi bir karaktere büründürür. Çünkü kişi bazen kendini, üçüncü bir şahıs olarak değerlendirme gayreti içerisine girer. Yani kendinden bağımsız duygu ve düşüncelerle, gün içerisinde kendi yaşamını gözden geçirir. Bu, kişiye kendi hikayesinin başkahramanı olmasını sağlar. Yalnız yazdıklarınız kişisel düşüncelerinizi aktarmalıdır.
Günlükle ilgili; Max Jacob, Genç Bir Şaire Öğütler, Çev.: Salâh Birsel ait olan bir alıntı yazıyı çok güzel özetliyor aslında..
‘Her gün not tutun; açık, okunaklı. Tarih atmayı da unutmayın. Hayatımın günlüğünü günü gününe tutmuş olsaydım, şimdilerde bir Larousse sözlüğü olurdu elimde. Duyulmuş, derlenmiş bir kelime, yeniden karşılaşılan bir dünyadır. Ah, neler yitiriyoruz! Bütün o yitirdiğimiz incileri düşünün! Hayatınızın günlüğünü yazın!’
Fanny Burney’in günlüğünün ilk satırlarında karşılaştığımız şu sözlerde günlüklerin edebi içerik kazanması ve zamanla karakterlerinin değişimi açıkça ortaya çıkar:
“Düşüncelerimin, yaşantılarımın, tanıdıklarımın, hareketlerimin hikayesini, zamanın hafızadan daha çevik davrandığı saate elimde bulundurmak istemem beni günlük tutmaya zorluyor. Bu günlüğe her düşüncemi geçirmeliyim, tüm kalbimi açmalıyım.”
Bu da Stendhal’in günlüğünden bir alıntı:
“Nosce te ipsum, kendini tanı. Benim bu amaçla kullandığım araç, bu günlük… Günlüğüm, varlığımın durumunu kesinlikle ve sadakatle yansıtmak amacını güdüyor. Olanları ne iyi göstermeye çalışıyor, ne de olduğundan kötü. Yer aldığına inandıklarımı apaçık, kesin, düpedüz anlatıyor, o kadar…Bilincimin gizli ve derin taraflarının yazıya dökülmüş şeklidir bu günlük…”
Rus yazar Alexander Sergeyeviç Puşkin’in “ Gizli Günce” sinde. Düello sonucunda öldürülmesinden (1836-1837) bir sene önce, şifreleme kullanarak yazmaya başladığı bu günlük, müstehcen deneyimlerle, bitmek tükenmek bilmeyen aşk kumpaslarıyla doludur.
“(…)Hayat ya huzuru, ya da özgürlüğü verir. İkisi yan yana olmaz. Huzur alçakgönüllü bir şekilde teslim olmayı gerektirir ve bu huzurun özgürlükle bir ilişkisi yoktur. Özgürlük tutkum, beni içinde huzurun bulunmadığı sonu olmayan ilişkilere sürüklüyor. (…) Eş ve sevgili arsındaki fark, eşinizle şehvet olmadan yatağa gitmenizdir. (…) N.’nin sosyetedeki başarısı arttıkça, sosyetedeki daha çok kadın beni taciz ediyor. Bana teslim olmak onları olduklarından daha güzel gösteriyor. Çünkü benim onları karım gibi bir güzelliğe tercih ettiğimi görmek onları kendini beğenmiş bir hale sokuyor.(…).”
Andre Gide’in içe dönük günlüğünde, felsefi anlam taşıyan söylemlerin yanı sıra kendine ve dostlarına yol göstermek amacıyla yazılmış “pusulalar” isimli bir bölüm bulunmaktadır.
“(…)Her hareket sebebini ve sonucunu kendinde bulmalıdır. İyiliği veya kötülüğü bir mükafat karşılığı, sanat eserini bir maksatla, sevişmeyi para için, mücadeleyi para için yapmamalı; fakat sanatı sanat, iyiliği iyilik, kötülüğü kötülük için; sevişmeyi sevişmek için ; mücadeleyi mücadele, yaşamayı da yaşamak için yapmalı.(…).”
Ünlü ressam Paul Gaugin’in o dönemde Fransız kolonisi olan Markiz adalarında yazdığı günlük:
“(…) Biz Avrupa’dakiler markizliler ile yeni Zelanda’daki Maoriler arasında yaygın, çok gelişmiş bir süsleme sanatının varlığından habersizizdir. Sanat eleştirmenlerimiz bunların tümünü Papua sanatı başlığı altında topluyor, hataya düşüyorlar oysa. Özellikle Markizli’de benzersiz bir süsleme anlayışı vardır. Markizli’ye en hantal geometrik şekli taşıyan bir nesne verin, o bütününde uyumu yakalamakta, göze hoş gelmeyen boşlukları doldurmakta hiç zorlanmayacaktır.”
“(…) Gençleri keşfetme yönünde ilahi bir yeteneği olan Degas, her şeyi bilirdi ama bilgi eksikliğini kusur diye saymazdı. Kendi kendine, ‘Daha sonra öğrenir’ der, karşısındakine de iyi bir baba gibi, başlangıçta bana yaptığı gibi davranırdı.(…).”
Öykücümüz Tomris Uyar’ın günlükleri de dışa dönük niteliğe sahiptir. Ve tasvirleriyle sözcüklerle resim çizerek anlatır.
“Kınalar köyüne giderken bir boğaz vardır. Her yaz bir kere uğramadan edemediğim bir yer, bir çeşit <<yılın nirengi noktası>> benim için. Bu yıl bahar selleri yüzünden suları artmış boğazın. Eskiden üstüne çöktüğümüz taşlar, arkasında giyinip soyunduğumuz çınar, silinip gitmiş. Su, kayaları tarayarak inmiş aşağılara, koca parçalar kopararak tabanına yığmış, ağaçları köklerinden söküp ters çevirmiş.”
Bu da Oğuz Atay’ın karakter yaratırken günlüğüne aldığı notlardan kısa bir parçadır ve yazarın kurgu sürecini açıklamak adına güzel bir örnektir:
“(…)Hikmet ve Sevgi’nin hikayesinde, daha çok Hikmet anlatacak. Sevgi’nin konuşmalarını hatırlayacak. Çocuklukları, aileleri, yaşadıkları ortam ve birbirleriyle karşılaşmadan önceki düşünceleri ortaya çıkacak. Şehir ve yer isimleri gene uydurma olmalı. Taşrada yetişmiş olacak ikisi de. Aileleri arasında benzerlikler var.(…).”
“ Sevgi, insanlarımızın “irrational” ve ”çocuksu” yorumlarıyla ortaya çıkan yönünün temsilcisi. Bir de çocuksu gururu ifade edecek bir tip olmalı. Sevgi’nin ya da Hikmet’in bir akrabası. Adı Erol olsun. Bir kadın daha. Toplumun sağduyusu ve batıya yakın bir tip.Gene de mahalli. Tutucu. Kitabın tek gerçeklere yakın kahramanı. Adı: Bilge (…).”
Cemal Süreya’nın “günler” adlı günlüğünden yaptığım bir alıntıyla devam etmek istiyorum:
“Yazdığım nedir? Yazmam gerektiği için mi yazıyorum? Öyle bir gerek gördüğüm için mi? Yol arıyorum, ama zaman zaman yolumu yitirmeli de değil miyim? Günlük- mektup- deneme- hayat öyküsü- anı- polemik karışımı bir şey bu benimki. Günlüğün kişisel günlük olabilmesi için hayat öyküsünün uç sınırında devinmesi, derin ben’e iniş yapması gerek. Yapıtlardaki gibi gerçeği yeniden kurması değil, hayatın kesikliğinde var olması gerek.”
Yazar Günlüklerinden Alıntılar
CEMAL SÜREYA’DAN
543. Gün
Milliyet Sanat’a uğradım. Fethi Naci Eleştiri Günlüğü’nü yollamış.
TV’de, sekiz otuz haberlerinde, birden, Edip Cansever’in ölüm haberi verildi. Bu haber inanılmaz ölçüde sarstı beni. Rastlanmadık bir biçimde ve yüksek sesle ağlamaya başladım. Oğlum fazla kaygılanmış, gelip avutucu şeyler söyledi. Turgut’ta bunca sarsılmamıştım. Üst üste gelişte bir şey var belki. Otuz yıllık arkadaşımdı. Yalnız sanat serüvenimizi değil, haya serüvenimiz de iç içe durumlar yaşamıştır.
544. Gün
Sabah altıda evden çıktım. Bomboş sokakları dolaştım durdum. Başımda bir uğultu. Tuhaf da bir heyecan. Rıhtımda yürüdüm. 1 Haziran 1986
(Günler)
***
FERİT EDGÜ’DEN
Degerndorf, aralık, 58
Duygusuz. Yola çıktığımdan beri duygusuz, her şeyin önünde ve her yerde. Her şey yabancı; her şey ilgimin dışında. Az önce balkona çıkıp ap ak çevreye bakarken yeniden anladım bunu. Kar burada her şeyi örttü. Olduğum yerden hiçbir şey görünmüyor; ne bir ağaç, ne bir ev, hiçbir şey. Her yer ap-ak. Gözyorucu bir aklık (boşluk?).
( )
Yazmayı denemiyorum bile. Bu boşlukta yazmak? Niçin? Kimin için? Nasıl? Ordan oraya bocalıyordum. Şimdi biraz duruldum. Yazmak diye bir sorunum yok. Giderek belki okumak diye bile. Yanımda getirdiğim kitapların hemen hiçbirine el sürmüyorum. Bir çukur oluşuyor çevremde, bu çukura gün geçtikçe daha bir gömüldüğümü duyuyorum.
Acı çekme isteği. Kendini yeniden bulma.
(Bir Günlüğün Günlüğü-kitaplaşmamıştır)
***
TURGUT UYAR’DAN
30.01.1956
Az konuşur olmayı, suskun olmayı erdem saymıyorum artık. Kendini kaçırmak, kendini gizlemek gibi geliyor bana.
27.02.1956
İzinliyim. Boşum. İlgisiz dolaşıyorum sokaklarda. Bu boşluk, bu kayıtsızlık ürküntü veriyor bana. Doğaya uygun, yapmacıksız bir yaşama özlüyorum. Kurtuluşumuz şiirden falan gelmeyecek, yaşamamızdan gelecek gelecekse.
3.1.1956
Nigâr Hanım’ın şiirlerini okudum. Elbette ilkel şiirler birçoğu. Ama birden düşünüyorum. Gücenme, aslı harâbım senin firâkında dizesi, bir bakıma, bir şiir geleneğinin yenilenmesi döneminde, yeni bir duygu, yeni bir söyleyiş sayılamaz mı?
Geçmiş ozanları, duygularının, söyleyişlerinin cılızlığı yüzünden küçümsemek doğru mu? Duygular yeni, biçimler, duyarlanma yeni. Bugün bu şiirleri, dolayısıyla bu duyguları, ancak eski şiirler öyle yazıldığı için daha iyi anlıyoruz. Öyleyse, iyi kötü bütün geçmiş ozanlara selam.
(Günlük-kitaplaşmamıştır)
***
ALİ CANİP YÖNTEM’DEN
Cuma, 5 Mart 1920
Bugün öğleye kadar evde uyudum. Sonra sokağa çıktım. Arkadaşlardan diş tabibi Şevki Bey’le Cafer, Ömer’i ziyarete gelmişlerdi. Fakülteye götürdüğümüzü söyledim. Oraya gittiler.
Cumartesi, 6 Mart 1920
Öğle üzeri fakülteye gittim. Doğru Ömer’in odasına girdim. Bitap yatıyordu. Elini elime aldım. Ter içindeydi. Burnunun delikleri kararmış gibiydi. Nefesi de intizamsızdı. Hizmetçi kadınlara sordum. Gece çok sayıklamış, Burası hastane değil, tımarhane Ben Canip’e gideceğim! demiş. Dalgındı, Ömer! Ömer! diye seslendim. Gayet fersiz gözlerle bana baktı: Tanıdın mı? dedim. Kendine mahsus çabuk ifadeyle kafasını sallayarak Canip! dedi, yine daldı. Kâğıdına baktım: hararet 39,2 şeker litrede 28. Bir müddet bekledim. Sonra tekrar seslendim: Ömer, konsültasyon günü yarınmış, erkenden gelirim. Artık gideyim mi? Kafasını salladı Git, git! dedi. Yeis içinde ayrıldım. Fakat hâlâ ümit ile doluydum. Çünkü Ömer ve ölüm birbirine tamamıyla yabancı iki şeydi. Eve gelirken deniz kenarında hizmetçime rasgeldim. Bana doğru koşuyordu. Ne var? dedim. Sizi Tıbbiye’den istiyorlarmış. Rıdvan Beyler’de bekliyorlar cevabını verdi. Soluk soluğa komşumuza gittim. Ortada bir fevkalâdelik vardı. Nihayet anlaşıldı: Ömer ölmüş!…
(Ömer’in Ölüm Hastalığına Dair Notlarım-Ömer Seyfettin, 1947)
***
ŞAİR NİGAR HANIM’DAN
31.10.1917
İleride, bu satırlar bir kimsenin gözüne değerse, defterin güzelliğine şaşılmasın! Onu, bugün, Mahmutpaşa’da satın aldım, ama, az kaldı canım pahasına. Aman Yarabbi! İstanbul’umuza böyle ne oldu? Kalabalıktan tramvaylara girmek kabil değil ki! Toptan gülle çıkar gibi zorla bir vagona attım. Bu, tramvaya girmek değil, ezilmek, üst baş parçalamak Ne oldu halkımıza Yarabbi? Bu her yeri dolduran kifayetsiz, kaba, kötü dilli insan kalabalığı nereden geldi? Evde yalnızlığıma, sokakta bu kalabalığa dayanamıyorum, ağlayacak hale geliyorum. İşte böyle, avunmak için, avare bir kuş gibi çırpınıyorum. Şu defterle de dertleşmesem çıldıracağım.
8.2.1918
Dün Naciye Sultan’a telefon edip Pek göreceğim geldiyse de vasıta bulunmadığı için mehcur kaldığımı söylemiştim. Lütfen araba gönderdi. Havanın şiddetine rağmen pek rahat gittim. Beşe kadar birlikte vakit geçirdik, çay içtik. Sultan Efendi pek ziyade iltifat etti,
-Bu harb ne zaman bitecek?
diye benden sordu. Halimiz ne olacak Yarabbi? Acıklı insanlık daha ne zamana kadar böyle inleyecek?
(Hayatımın Hikâyesi)
***
CAHİT ZARİFOĞLU’NDAN
ANKARA 1978 28 KASIM
Üstad Necip Fazıl’ı Mola otelinde ziyaret ettik. Büyük Doğu’yu son beş sayı çıkarıp kapayışından sonra, arkadaşlar Akif, Erdem, Rasim onunla ilk kez karşılaşıyorlar. Alaeddin ve Mehmet de var. Üstad:
-Büyük Doğu son çıkışında en parlak dönemini yaşadı. Kapanmasında çeşitli nedenler oldu. Ama en büyük amil siz oldunuz, dedi.
Otelin ilk katında, lobideyiz. Üstad sakin, yumuşak ve yalnız. Saat 18’de beni Akabeden aradığında,
-Arkadaşlara da haber ver, gelsinler, son bir görüşme yapalım, dedi. Erdemle Rasim’i görebileceğimi söyledim. Bu telefondan az önce, bu ikisine Üstad’ın önceki gelişinde yine kendilerini istediğini; ancak kendilerine haber veremediğimi anlatıyordum. Telefon tam o anda geldi. Büroya çıktık. Yine Üstad’ın telefonu. Bu kez Akif’le Hasan’ı da haberdar etmemi istedi.
Lobi tenha. Üstad:
-Bana giran geldiniz, diyor. Geçen olayları kısaca özetliyor. Rapor 4’te yazdıklarını ılımlı bir dille tekrar ediyor bir bakıma.
( )
Üstad’ın söylediklerini, aradan 24 saat bile geçmediği halde hemen hemen hiç hatırlamıyorum. Tek tek cümleler aklıma geliyor. Mesela,
-Yalnızım, dedi.
Ondan böyle bir şeyi ilk defa duydum. Korkuyor insan.
(Yaşamak)
***
OKTAY AKBAL’DAN
28 Aralık Çarşamba
Ocak’ın 29’unda tam on yıl olacak. Ziya Osman Saba’yı karlı bir havada Eyüp’te toprağa vermiştik. Yıllar çabuk mu geçiyor belirli bir yaştan sonra? Çocuklukta günler, haftalar bitmezdi bir türlü. Ama yolun yarısına gelmeyegör, her şey kopuk bir film gibi akıveriyor Ziya Osman’ı son görüşümde ince bir dosya çıkarmıştı çekmeceden. Nefes Almak yazıyordu üzerinde. Yeni kitabıydı. Ölümümden sonra çıkacak, demişti. Haydi haydi, demiştim, Okurları o kadar bekletmeye hakkın var mı? Gülümsemişti. Birkaç hafta sonrasını mı düşünerek. Ben düşünememiştim o günden ötesini. Canlı bir insanın, hele bir dostun, bir sevilenin yok olabileceğini düşleyemiyoruz.
On yıl geçip gitmiş bile. Şiirlerini karıştırıyorum. Bilmeyen, Ziya Osman’ı yaşamı süresince ölümü özleyerek bekleyen biri sanır. Hep ölüm, hep ölüm düşünceleri. O ölümü değil, dünyada bulunamayacak bir çeşit yaşamı özlüyordu.
(Anılarda Görmek)
***
HİLMİ YAVUZ’DAN
Sabah, 24 Mayıs
Bu kaldırımüstü açık hava kahvesini seviyorum. Sabahları güneş almıyor ve rüzgâr duyumsanabiliyor. İlkyaz sabahları bu kentte, bir ağaç hışırtısıyla, işte buradayım, bu kahvede çayımı içmeye hazırlanıyorken, birden, bir kokuyla, belirsiz, geliveriyor. Kağşamış gövdemi üşütmemeye çalışarak ve onunla, o yaşlı, atık gövdeyle, genç ilkyaz arasındaki karşıtlığı bilincimde kavrayarak; bilincimin, işte bir ince dilim limon koyup, gövdeyle ilkyazın bileşimi olduğunu düşünerek, içiyorum çayımı.
Eskiden, çok eskiden bir öykü yazmıştım. Malte gibi söyleyeyim: Ah, öyküler yazardım ben, genç kızların mavi kurdelelerinden söz açan, düz pabuçlu ve ince beyaz pardösüleri olan ve yağmurlardan; o öykülerden birinde, akşamları sokağa çıktığımda yüzüme menekşelerin atıldığını yazmıştım; -ve ah, cumartesiler başkadır, sokaklar başkadır’ diye yazmıştım. Şimdi burada, bu zarif kaldırımüstü kahvesinde, İstanbul’da, ondan asla kopamadığım için beni izlemeyen bu kentte, (şimdi neler çağrıştırıyor, bu kent, polis seni izliyor’lardan, polis izliyor’a) bu cumartesi sabahı, limonlu çayımı bitirmek üzereyken ve nedense bir çay daha isteyerek, gündelik yaşamımı inceltiyorum sanki.
(Geçmiş Yaz Defterleri)
***
CEMİL MERİÇ’TEN
26.2.1963
Ağaç her gün meyve vermez. Konuşmayan ağaçlar da vardır. Ne dallarında çiçekler gülümser baharları, ne çiçeklerinde arılar dolaşır. Konuşmayan ağaçlar da var
Zindanda söylenen şarkıyı kim dinler? Zindanda söylenen şarkı ölüm kokar, zincir kokar, küf kokar. Ölüm açacak kapısını bir sabah o zindanın, ardına kadar.
Kuşlar gibi geçiyor günler önünden, cıvıldamıyorlar. Günler tren, günler mavi ufuklarda eriyen birer ümit. Kanatlarından yakalayamıyorsun kuşları. Tren sessiz gidiyor rüya ülkelerine.
(Jurnal – Cilt 1)
***
TOMRİS UYAR’DAN
26 Aralık 1975
Öykü kitabım çıkmış. Cağaloğlu’na inip alacağım birkaç tane.
Hava yağmurlu, pis.
Köprünün tam ortasındayken yaygın, büyük bir kızıllık aldı gözümü. Şoför de şaşırdı. Birilerine sorduk, Gürün Han’da yangın çıkmış. Öteki hanlara da sıçramış.
Halk öyle alışık ki böyle olaylara, kılı bile kıpırdamıyor. Sıkışan trafiği yarıp güvercinlere yem atanlar var, kimse başını çevirip yangına bakmıyor. Oysa gök ürkütücü, kara dumanlarla kaplı.
İlk kitabımı basacak biri çıktığında bayağı sevinmiştim. Çünkü büyük çoğunluğun çarçabuk benimseyeceği bir iş yaptığımı sanmıyorum, bunu anlamam epey vakit aldı; ama artık kimlere seslendiğimi biliyorum. Bana dar, küçük gelen hiçbir şeyi kullanamayacağımı da.
Üç-beş kitap alıp eve döndüm. Kapağı elledim, sevdim. Bütün nesneleri, varlıkları ancak dokunarak tanıyabiliyorum. Bir kadının saçlarının parlaklığını, inceliğini, bir erkeğin omuzlarını ancak değince anlayabiliyorum. Kitabım da artık benim sayılamayacağına göre, onu da dokunarak kavramaya çalıştım.
(Gündökümü)
***
NURULLAH ATAÇ’TAN
17 Nisan Cuma, 1953
Baktım çocuklar uçurtma uçuruyor. Her yıl, ilkyaz aylarında, uçurtmayı gördüm mü, bir üzünç duyarım içimde, ağlamaklı olurum. Ben uçurtma uçurmadım ki! Çocukluğumda pek isterdim, o renk renk kâğıtlardan yapılmış uçurtmaların havalanmasına içimi çekerek bakardım. Annem bırakmazdı beni uçurtma uçurmama. Günah mıymış neymiş, öyle bir şey uydurmuştu.
( )
Çocukluğum olmadı benim. Çocukluğu olmayanın gençliği de olmaz. Bir şey söyleyeyim mi ben size? İhtiyarlığı da olmuyor böylesinin. Hani güzel bir ihtiyarlık vardır, insan çocukluğunda yaptıklarını, gençliğinde yaptıklarını hatırlar, anlatır da gözlerinin içi parlar, ben kendimde değil, başkalarında gördüm onu. Çocukluğu, gençliği olmamış kişinin yaşlılığında da bir tatsızlık var, yalnız ölümü düşünüyor, ölümden korkuyor, işte o kadar.
(Günce: 1)
***
NECİP FAZIL’DAN
Cuma, 9 Ocak
Bugün hava yağmurlu ve puslu Saat 2’ye 5 var Bu âna kadar defterimi açamadım. Halim bir tuhaf
Bugün anladım ki, beni delikten çağırdıkları, meydancı gelip Bir isteğin var mı? diye sorduğu, berberin tıraşa geldiği, hasılı insanlarla temas ettiğim an, üstüme acayip bir uyuşukluk, sinsi bir donukluk, anlatılmaz bir garipseme hissi çöküyor. Hayret! Bir aylık yalnızlığın tesirine bakın! Hayırdır inşallah; nereye gidiyorum?
Perşembe, 15 Ocak
Şiir kitabımı bitirdim; ve güya rahat bir nefes aldım. Hava suratlı
Saat üç buçuk Gaz sobam trampet çalıyor. Yevmiyemin 40’ıncı gününe rastlayacak olan 20 Ocak Salı gününün iple çekiyorum.
Cuma, 16 Ocak
Allah Başka tek kelime söyleyemeyecek haldeyim.
(Kırk Günlük Hapishane Yevmiyesi-Cinnet Mustatili)
Muhakkak okuyun
Yaşama Uğraşı, Cesare Pavese, çev. Cevat Çapan
Günlükler, Franz Kafka, çev. Kâmuran Şipal
Günlük, Andre Gide, çev. N. Alsan
Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa, çev. Saadet Özen
Apaçık Yüreğim, Charles Baudelaire, çev. Sait Maden
Zaman Zaman İçinde, Andrei Tarkovski, çev. Seda Kervanoğlu
Jurnal 1-2, Cemil Meriç
Yaşamak, Cahit Zarifoğlu
Bir Hüzün Güncesi, Katherine Mansfield, çev. Şadan Karadeniz
Günlükler, Soren Kierkegaard, çev. İbrahim Kapaklıkaya
Bulursanız okuyun
Bir Yazarın Günlüğü, Virginia Woolf, çev. Fatih Özgüven
Sylvia Plath’ın Günceleri, çev. Şadan Karadeniz
Hastane Günlüğü, Hervé Guibert, çev. Tahsin Yücel
Tutsaklık Güncesi, Louis Althusser, çev. Esra Özdoğan
Günlükler, Stefan Zweig, çev. İlknur Özdemir
Defterler, Albert Camus, çev. Ümit Moran Altan
Gündökümü, Tomris Uyar
Günler, Cemal Süreya
Aynalar Günlüğü, Salâh Birsel
El Yazılarına Vuruyor Güneş, İlhan Berk
Kaynakça:
Türk Dili, Sayı 127, Günlük Özel Sayısı, 1962
A.S.Puşkin, Gizli günce, Çivi Yazıları, 2000
Andre Gide, Günlük, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1962
Paul Gaugin, Mahrem Günlük, İthaki Yayınları, 2001
Tomris Uyar, Gündökümü 75, Koza Yayınları, 1976
Oğuz Atay, Günlük, İletişim Yayınları, 1987
Cemal Süreya, Günler, Yapı Kredi Yayınları, 1996
Kitap zamanı ‘Özge Yalın’ , 2007
0 Yorum