Şimdi Okuyorum
Hayata Tutunmaya Çalışanların Sesi: Ken Loach

Hayata Tutunmaya Çalışanların Sesi: Ken Loach

-Sen hiç depresyona girdin mi?
– Depresyon burjuvalar içindir. Biz sadece sabah uyanır ve yollara düşeriz. Hepsi bu. Riff-Raff (1991)

“Eğer dünyanın bu haline öfke duymuyorsanız, ne biçim bir insansınız?” diyerek tüm sinemasal anlatımını, bu mevzuların üzerine kuran cesur ve kararlı bir isim Ken Loach. Sinema kariyerinin başlangıcından bu yana alt ekonomik sınıfa mensup bireylerin yaşamlarını betimleyen Loach, filmlerinde; işsizlik, yoksulluk, çılgınlık temalarını işler. Yeni liberalizmin karşısına sinema ile dikilir. İşçi sınıfının sorularına soğukkanlı ve etkileyici bir şekilde yaklaşan İngiliz yönetmen, öncelikle kendi topraklarından Britanya’dan yola çıkarak emeğin türküsünü söyler; ezilenlerin, susturulanların, sömürülenlerin sesi olur. Her şeye rağmen hayata tutunmaya çalışanların öyküsünü anlatır.

Kamerasını sınıflı toplum gerçeğinde kullanan Loach’un kişileri, mekanları, olayları sahici ve basittir.  Anlatılması gerekenleri, anlatımı karmaşıklaştırmadan doğrudan verir. Profesyonel oyuncularla oynamayı tercih eden ve senaryodaki yaşam deneyimlerine sahip oyuncuları seçen yönetmen gerçekliği perdeye olduğu gibi yansıtmak ister. Sinema kariyeri boyunca, egemen kurumlarla çatışan ve emperyalist girişimlere karşı ateşli bir muhalefet sergileyen Loach, sinemasının merkezine insanı koyar. İçinden çıktığı toplum içerisindeki insanın tarihine tanıklık eder. Temel metaforu özgürleşme sorunudur ve ona göre her zaman bir umut vardır.

Sanat; savaşa ve yok etmeye değil, barışa ve insanlığa hizmet eder.

Bir tiyatro aşığı olan Loach, bu alanda işsiz kalınca TV’ye yönelir. 1966’da Cathy Home Home isimli belgeselvari dramasıyla adından söz ettirir ve sansasyon yaratır. Bu sansasyon ona, sinemaya giden yolu açar.  Loach, sinemasal macerasına toplum dışına itilmişler, sosyal sorunlar ve İrlanda’da İngiliz rolüne odaklanan sosyal gerçekçi filmlerle başlar. Medyada sesi duyulmayanların sesi olur.

İlk filmi Poor Cow (1967) ardından da Kerkenez (1969) filminde kendi üslubunu geliştirir ve gözleme dayanan bir tarz yaratır. Filmlerinde sosyalist kimliğini her zaman öne çıkaran Loach, 70 ve 80’li yıllarda, Theatcher’ın İngiltere’de iktidarda olduğu dönemde kendisine uygulanan politik baskılar sebebiyle dağıtım sıkıntıları yaşar ve beklediği ilgiyi göremez. Cannes Film Festivali‘nde tam 6 kez ödül kazanan yönetmen 90’lardan sonra atağa geçer ve Britanya’da çoğunluğun yaşadığı sefilliği mizahi bir dille anlattığı filmleriyle kitlelere ulaşır. Nikaragua’daki Sandinist hareketi işleyen Carla’nın Şarkısı,  İspanya iç savaşına katılmış bir İngiliz’in hikâyesi Ülke ve Özgürlük, çaresizliğin umut ile harmanlandığı Benim Adım Joe, İngiltere’de demiryollarının özelleştirilmesinin demiryolu işçilerinin üzerindeki etkisini anlatan Demiryolcular gibi filmleriyle ada toplumunu dramatize eden Ken Loach sineması, uluslararası bir nitelik kazanır.

2009 Temmuz ayında Avustralya’nın Melbourne şehrinde gerçekleşen film festivalinde yarışan Hayata Çalım At filmini, festivalin sponsorunun İsrail olduğunu öğrenince geri çeken Loach; “Şiddet üreten devletin gölgesinde sanat yapılmaz. Sanat; savaşa ve yok etmeye değil, barışa ve insanlığa hizmet eder. İsrail, Ortadoğu’daki politikalarını gözden geçirmeli” sözleriyle sosyalist gönüllerde taht kurar.

Sanatın metalaştığı, sanatçının baskı altına alınarak bu sürecin bir parçası haline getirildiği bir toplumda Loach, bu yaklaşımıyla ilham kaynağı olurken, 2012 yılında komedi-dram türünde Meleklerin Payı ile yine kendi bildiği yolda yürümeye devam eder. Aynı yıl yaşam boyu onur ödülüne değer bulunduğu Torino Film Festivali’nde de, festivali düzenleyen Ulusal Sinema Müzesi’nde, işçilerin taşeron şirket aracılığıyla çalıştırılmasını ve güvencesiz düşük ücretle çalışmaya direnen işçilerin işten çıkartılmasını görmezden gelemeyeceğini açıklayarak ödülü reddeder.

Usta yönetmen, alabildiğine basit sinema diliyle toplumun en sıradan, basit görünen sorunlarını en komplike biçimiyle anlatırken; olaylara, olgulara yaklaşırken de politik, siyasi tavrını hissettirmekten asla ödün vermez.

Ben Daniel Blake. Bir vatandaşım ne bir eksik ne bir fazla.

2014 Şubat ayında gerçekleştirilen Berlin Film Festivali’nden yaşam boyu başarı ödülü alarak dünya sinemasındaki varlığını pekiştiren ve 2016 yılında, yine insanların burun kıvırdığı gerçekleri yüze çarpan filmi Ben, Daniel Blake ile Altın Palmiye’yi ikinci kez kucaklayan Loach, üç sene aradan sonra Sorry We Missed You ile de yüzümüze tokadı vurur. Çok gerçekçi bir neoliberal dünya portresi filmde, yalın bir şekilde kapitalist düzende insan hayatının nasıl değersizleştiğini gösterilir. İyi bir hayat yaşamak için çalışıp borçlara girdiğimizi, sonra bu borçları ödemek için daha da çok çalışmak zorunda kalışımızı ve insanlıktan çıkışımızı gözler önüne serer.

Beyaz perdede proletaryanın ruhunu yaratan yönetmenlerden biri olan Loach, fikirleri ve özgün sinema anlayışı ile özellikle 1950’lerde ve 1960’larda sinemanın işçi sınıfını temsilen statükoya meydan okuyan ve toplumsal adaletsizliğe dikkat çeken bir İngiliz yeni dalgası olarak nitelendirebileceğimiz akımın neferlerindendir.

Günümüzde, sınıfsal çatışmanın tarihte görülmedik oranda derinleştiği ve emekçi sınıfların belki de en yaygın örgütsüz dönemlerinden birinden geçtikleri göz önünde tutulursa; sınıf mücadelesinde her dönem öncü bir rol oynamış ve bütün sanatını emekçi sınıfların mücadelesine adamış olan büyük yönetmen Ken Loach’u daha da yakından takip etmek elzem görünür.

Tepkiniz nedir?
Emin Değilim
0
Heyecanlı
1
Hüzünlü
0
Mutlu
0
Şaşırtıcı
0
Yorumları Görüntüle (0)

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

© 2011 Sanat Karavanı, Tüm Hakları Saklıdır.

Yukarı Kaydır