Şimdi Okuyorum
Ukrayna’nın Avrupai ve Masalsı Şehri Lviv

Ukrayna’nın Avrupai ve Masalsı Şehri Lviv

Uzun zaman sonra, şimdiye dek üç kez ziyaret etme fırsatı bulduğum, Ukrayna’nın en masalsı şehri

Lviv hakkında yazmaya karar vermiştim. Türkiye’ye her döndüğümde, burnumda tüten bu şehirle ilgili size ufak ip uçları vermeye çalışacağım. Lviv, İkinci Dünya Savaşı’nda yara almış şehirlerden biri. Aynı zamanda kültürel mirası ve tarihi ile de ilgi çeken bir yer. Ukrayna dilinde ‘Lvov’ diye adlandırılan bu şehir, adını aslanlardan alıyor. ‘Lev’ Ukraynaca’da aslan anlamına geliyor. ‘Lvov’ ise aslanların şehri demek oluyor. Şehre iner inmez heybetli binaların kapı girişlerinde aslan heykellerini görmemiz bu bilgiyi perçinler nitelikte.

Şehrin tarihi 13. yy.’a dayanıyor. 1256 yılında Galiçya Prensi ‘Danylo Halitski’ tarafından kurulup, Galiçya’nın kalesi olarak görülen bu kent, 1300’lü yıllarda Polonya hâkimiyeti altına girmiş ve 1772 yılına kadar da böyle devam etmiş. İkinci Dünya Savaşı başladığında (1939 yılında) Almanların eline geçen ve Nazi Almanyası’ndan dolayı müthiş yara alan kent 1945’e kadar büyük buhranlar yaşamış ve çok kayıp vermiş. Adı bile değişmiş ‘Lemberg’ olmuş. 1945’te Sovyetler Birliği sınırlarına girip ve 1991’e kadar da bağımsızlığını ilan edememiş. SSCB dağıldıktan sonra, rahat bir nefes almış.

Artık karşımızda bağımsızlaşan ve Ukrayna sınırlarına dahil olan masalsı bir kent var.

‘Avrupai’ diye nitelendirdiğimiz o şeyin ne olduğuna gelince ise; şehrin mimarisinden tutun, yemek kültürüne kadar SSCB etkisini minimum düzeyde hissediyorsunuz. Üzerinden iki büyük dünya savaşı geçmiş. Zaman içinde ona verilen isimler değişmiş. Yakın geçmişe kadar kendini bulamamış. Tarihsel değişimi en uçlarda yaşamış. Farklı insan profilleri, farklı yönetim şekilleri ile karşılaşmış ve bunları başarıyla sentezlemiş bir kenti, başka bir kelime tanımlayamazdım diye düşünüyorum.

Yüzölçümü 182km2’ye yayılan yemyeşil bir kent Lviv. Parkı bahçesi bol. Yeşile hasret olduğumuzdan, bize cazip geliyor tabii. Bu denli küçük ve üç günde rahatlıkla gezilebilecek bir şehirde, doğal güzelliklere de yer ayırmış olmaları, bizi bizden alıyor açıkçası.

“Küçük Prag” diyorlar Lviv’e. Haklı olduklarını havalimanından şehir merkezine giderken anlıyorum. Aynı bohem hava, aynı sokaklar, rengarenk binalar. Koyu kırmızı ile grinin dansı bu!

Hepsi kendine has. Pembesi, koyu sarısı, uçuk mavisi…

Binalara aşık biri olmanın da verdiği zevkle gezmek de bambaşka bir his uyandırıyor bende. Asla yeni bir yapıya rastlayamıyorsunuz. Eski binaların içleri restore edilip dışardan aslına uygun görünmesi sağlanıyor.

Oldum olası kendine has mekanları veya şehirleri sevmişimdir. Kendi para birimine sahip bu minik şehre de bu yüzden bu denli bağlandım. Ukrayna para birimi olarak ‘grivna’yı kullanıyor. Değeri TL’den düşük. Gerçi doların yükselişiyle biraz daha farklılaştı bu gerçek, ama olsun. Yine de bütçenizi sarsmayacak nadir kentlerden birindesiniz. Hiç merak etmeyin.

1 TL, şu sıralar 7-8 grivna civarında. Bu da demek oluyor ki; bir birayı 2 TL’ye marketten satın alabilirsiniz. Restoranda ise en fazla 5-7 TL ödersiniz. Siz de benim gibi, yurtdışına gidince yeme-içme olayına bağlıysanız bu çok hoşunuza gidecek.

Öyle ki; şehrin en meşhur pizzacısı Pizza Celentano’da bir masa büyüklüğünde pizzaya 20 TL vermenin ve tıka basa doymanın hazzını yaşamanızı çok isterim.

Dar sokaklarındaki gizli kafelerden bahsedeyim biraz. Mazoşizmin doğduğu şehir olarak bilinir Lviv. Daha önce birçok yazısında bahsedilen yerlerden çokça bahsetmek istemiyorum. Mazoch Cafe’nin hikayesini mutlaka bir yerlerde rastlamışsınızdır. Mazoşizm eğilimli Alman yazar Leopold-von Sacher-Mazoch’un anısına açılmış bir mekan burası. Aman içeri girerken dikkat! Garson kızlar tarafından, her an kırbaçlanma gibi bir riskiniz var.

Menüde her şey var. Alkollü- alkolsüz içecekler, tatlılar, yemekler. Kapıda da bu Alman yazarın bir heykeli var. Heykelin cebinde umarım para bulursunuz. Bu, iyi şansa delalet.

Mazoch ‘dan çıkıp biraz sağa doğru yürüyünce Charlie’nin Çikolata fabrikası filminden esinlenerek yapılmış bir fabrika görüyorsunuz. Beş katlı bir bina. Her katı çikolata kokuyor. Delirmek üzeresiniz, hissediyorsunuz. Hot-Chocolate diyorsunuz size minicik bir fincanda, eritilmiş çikolata sunuyorlar. Daha ne olsun!? Oradan sonra, İstanbul’da çikolata içemedim desem yeri. Dantelli örtülerle bezenmiş, babaanne evi misali minik masaları da cabası. Teras yazları açılıyor. Çatı katı keyfi yapmak isterseniz yazın gidin derim. Ben hep kışın gittim. O soğukta sıcacık çikolatayı yudumlamak kadar tatmin edici çok az şey var.

Tatlıyı da yedikten sonra çıkın ve biraz daha sağa doğru yürüyün yolun karşısında Lviv Kahve Fabrikasını göreceksiniz. Kahve kokusunu, kahvenin kendisinden daha çok seven ben, buranın müptelası oldum. İnce kahve çektirmek isterseniz “Türk kahvesi gibi çekin” deyin. İngilizce pek bilmiyorlar fakat “Turkish Coffee” diyince anlıyorlar.

Ayrıca; geceleri bahçede canlı müzik yapılıyor. Es geçmeyin derim. Müzik çok kaliteli. Tatlıları leziz. İsviçre, çikolatalarıyla ünlüdür ya hani, “burayı keşfetmemişler anlaşılan” diyoruz yedikçe. Hem ucuz, hem temiz, hem leziz. Bir tatlı ve bir kahveye en fazla 10 TL ödersiniz.

Fabrikadan çıkınca Belediye Binası’nın hemen karşısında vişne likörü yapan kıpkırmızı bir dükkan var. Hemen kendine çekiyor bizi, hem rengi hem de o kızıl görünümüyle.

Minik içki şişelerinde vişne likörü satılıyor. Dışarda masaları da var. Aralık ayının soğuğunda, dışardaki masalarda ‘likör shot’ yapmak paha biçilemezdi. Likör dükkanından çıkıp sola doğru yürüdüğünüzde, vitrindeki teyzelerin açtıkları o koca hamurun ne hale geldiğini merak edenleriniz olabilir.

Burası ünlü şehrin en ünlü ‘Strudel’ dükkanı ‘Strudel Haus’. Avusturya kültüründe önemli yer kaplayan bu hamurlu tatlının ünü, zaman içinde bütün Avrupa’ya yayılıyor. İçine istediğiniz her şeyi koyup fırına verirseniz lezzeti, hamuru gibi katlanarak büyüyor. Elmalısı, vişnelisi, mantarlısı, somonlusu… Çıldırmamak elde değil. Yanında da çay-kahve ne isterseniz mevcut. Bir strudel ve bir demlik çaya 8-9 TL gibi bir ücret ödersiniz.

Kentte, her şey konsept ve her şey ‘estetik’, ‘güzellik’ kavramı baz alınarak hazırlanıyor. Sovyet ve Batı etkisi harmanlanınca estetik de her zaman ön planda kalmış.

Bu kültürel birleşimi ve etkileşimi Ukrayna’nın başka bir şehrinde hissedemezsiniz diye düşünüyorum. Diğer şehirler hem mimari açıdan hem de düşünce tarzı olarak, hala Sovyet etkisi altındalarmış gibi hissettiriyorlar.

Yemeğe düşkün olunca ağzımdan düşmedi ‘cafe’ler. Biraz da konaklama olanaklarından bahsetmek

istiyorum. Her gittiğimde konakladığım belirli bir otel var. Şehrin en eski binalarından biri. Zamanında birçok şair ve yazar bu binada yaşamış, belki de o ünlü eserlerden birisi burada yazılmıştır. Otelin ismi George Hotel. Hizmet kalitesine her zaman güvenebileceğim bir yer. Kahvaltısı zengin. Domuz eti yiyenlerdenseniz, mükellef bir açık büfe sizi bekliyor. Fakat burada, bizim otellerdeki gibi aşırı yiyecek dolu açık büfelerden beklemeyin.

Yumurtası, sosisi, domatesi, peyniri, çeşitli otlara kadar her şey mevcut. Otelde yer bulabilirseniz ne mutlu. Çünkü her daim dolu.

Köşesinde de ufak bir McDonald’s var. Gece ikiye kadar açık. Acıkırsanız pijamayla koşarsınız.

Nitekim biz öyle yaptık. Oradan hemen sola dönünce bir tane ‘sushi’ restoranı çıkıyor karşımıza. O saatte açık görünce deniyoruz ve asla pişmanlık duymuyoruz. Düşünsenize gecenin bir yarısı açlık krizine girmişsiniz. İstanbul’da 130 TL verdiğiniz masa kadar sushi tabağına, burada 45-50 TL ödüyorsunuz ve tıka basa doyuyorsunuz. Damak tadımıza da uyuyor. Hatta İstanbul’da yediklerimizden daha güzel geliyor.

Kentin gezilecek yerlerinden bahsetmeden olmaz…

UNESCO Kültür Mirasları Listesi’nde yer alan ‘Rynok Square’ şehrin en ünlü meydanı. Lviv’in kalbi burası. 50 birbirinden farklı mimari, halka şeklinde bir araya getirilmiş ve hepsi asimetrik yapıdadırlar. Alman tarzı bir sistemle oluşturulmuş bu meydanda birbirine yakın birçok müze de var.

Meydandaki en ünlü ve heybetli yapılardan biri Latin Katedrali. Özellikle Noel zamanında dolup taşıyor katedral.

14.yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte Ermeni topluluğu Lviv de yaşamaya başlıyor. Ermenilere ait manevi ve kültürel hayatın merkezi mimarı Dorinha tarafından tasarlanan Virmenskaya Ermeni Katedrali’ni de şehirde görülmesi gerekenler arasına ekleyebilirsiniz.

Lviv Beis Aaron Yahudi Sinagogu, tren istasyonunun yakınında bulunan ve 1897 yılında inşa edilen bir Yahudi tapınağı. Renkli boyamaları ve lüks avizeleri ile dikkat çeken mimari bir yapıt.

Aradan yüzyıl geçmesine ve birçok tartışmaya rağmen Opera Binası, Lviv’lilerin gururu olarak dimdik ayakta duruyor. Bugün Lviv Opera Binasının altından nehir geçmesi ise kimseyi endişelendirmiyor. Yaklaşık 1200 kişi kapasitesiyle sanat severleri buluşturmanın yanında, Lviv’in sembolü olmaya da devam ediyor. Aynı zamanda Lviv halkının bu binanın yapımında göstermiş olduğu olağanüstü fedakarlıklardan bir tanesi de binanın yapımına  maddi yardımlarla destek olmaları.

Lviv’in, üniversiteleriyle ünlü bir şehir olması da cabası. 1661 yılında ilk üniversitesi olan Ivan Franko Üniversitesi’ni açıyorlar. Ayrıca, yüksek öğrenime de önem veren tarafı bizi çok etkiliyor.

Şehrin en tepesine çıkmadan yazımı sonlandırmak istemiyorum. High Castle diye adlandırılan yer en tepe noktası. Meydandan 35-40 dakikada yürüyerek çıkabileceğiniz bu tepeye kışın çıkmanın keyfini yaşayanlardan biriyim. Şiddetle size de tavsiye ediyorum ve zirvede bırakıp gidiyorum. Mutlu kalın ve olabildiğince çok gezin!

Kaynak: 1, 2, 3

Tepkiniz nedir?
Emin Değilim
0
Heyecanlı
0
Hüzünlü
0
Mutlu
0
Şaşırtıcı
0
Yorumları Görüntüle (0)

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

© 2011 Sanat Karavanı, Tüm Hakları Saklıdır.

Yukarı Kaydır